Ne yazık ki, görmezden gelinecek bir konu değil “taziye meselesi”. Doğru, iktidar/ devlet bu konu ve buna benzer konuları öne çıkarıp Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgede estirdiği şiddet politikalarını meşrulaştırıyor, “barış ve müzakere” diyeni “terörist” ilan ediyor. Ama, demokratik siyaset benimsediği (başka türlüsü de zaten mümkün değil) iddia eden ve dahi parlamentoda temsilcileri bulunan bir partinin milletvekilinin, “canlı bomba eylemi” yapmış birinin taziye çadırında ne işi var sahiden? Böylesi bir durumu, “taziye kültürü” ile izah etmek neyin nesi? Bombacının aile, akraba efradının ölenin anababasını ziyaret etmesi başka şey, bir siyasi partinin temsilcilerinin “itibar” göstergesi olan ziyareti başka şey.
Cumhuriyet
“Hedeflerini revize edeceksin”, diyordu emekli orgeneral. Demek istiyordu ki, önce sandın ki tuttururum, ama olmadı. Gücüne, yeteneğine, koşullara birkaç gömlek büyük geldi, o zaman her şeyi yeniden gözden geçirip duruma uygun düzeltmeler yapacaksın.
Hükümetin, RTE ve Davutoğlu’nun Suriye politikalarında hiç böyle bir “düzeltme” gördünüz mü? Gerçek duruma uyum sağlayamazsan, bugünkü gibi, burnunu sınırın dışına çıkartamaz duruma gelir ve yalnızlığa mahkûm olursun. Burada söz konusu olan çiftlikleri değil, Türkiye, 78 milyon millet! Kimse onları, git ülkeyi batır, ulusal çıkarlarını çöpe at, diye iktidara getirmedi. Bir nokta vardır ki meşruluklarını kaybederler.
Evet, dış politikamız değişmeli. Ancak şu anda, Meclis’te tartışılıp olgunlaştırılmamış, belirlenmemiş “uygulamalarımız” var sadece. “Ben yaptım oldu” anlayışı ile yürütüldü ve Türkiye’yi tarihinde ilk defa olarak herkesle kavga ve çatışmanın içine soktu. Tabii S.Arabistan, Katar, Bahreyn gibi anti demokratik ve çağdışı yönetimler hariç.
De Gaulle’ün ünlü sözüdür; dış ilişkilerde ideolojiler değil ulusal çıkarlar esastır. Ulusal çıkarlar da “karşılıklı çıkar ve denge” üzerine oturduğu zaman amacına ulaşır. Ankara’nın bugün “uyguladığı” dış politika Türkiye’nin ulusal çıkarları aleyhine ve dengesiz bir biçimde yürüyor. İktisadi, siyasi ve güvenlik çıkarlarımız tamamen bozuldu. Yalnız dışarıda değil içerde de. Dış politikada ne yapılması gerekiyor?
1) Rusya ile ilişkileri “normalleştirmek” için Ankara elinden gelen her şeyi yapmak zorunda. Yoksa karşılıklı “atışmalarla” ülkenin ulusal çıkarları daha da büyük kayıplara uğrar, artık bunu anlayın.
Ankara’daki ikinci katliam bir kez daha gösterdi: Türkiye yönetilemeyen bir ülkedir. Bir Financial Times’da “Suriye Afganistan’a, Türkiye Pakistan’a benzemeye başladı” diyor.
Ne demiştik dün? “Hedeflerin, sahip olduğun kuvvetlerle orantılı olmalıdır.” Bir yemekte sohbet ettiğimiz emekli Orgeneral, dünkü yazımda belirttiğim bu ilkeyi anımsattıktan sonra şunu eklemişti: “Sınırlı gücünüzle sınırsız işler yapamazsınız.”
Sonra bir ilkeyi daha vurguladı: “Reel politikada ideoloji yoktur.” Bu ilkenin de günümüzün en büyük dış politika stratejistlerinden biri olarak nitelendirdiği Kissinger’e ait olduğunu belirtti. İdeoloji, politikalarınıza egemen olursa, sizi reel politikadan uzaklaştırır, başka mecralara kaydırır ve yenilirsiniz...
Hayır, Mars’tan bahsetmiyoruz, konumuz Türkiye, iktidar ve yanlış politikalarla ülkeyi sürüklediği iç ve dış bataklık.
En sonunda haykırmak durumunda kalıyoruz: Türkiye parça parça ölüyor! Mesele bu kadar basittir. Kitlesel katliamlarla, alçaklıklarla kahrolan bir ülke, bir millet! Bugünler şüphesiz ki geçecek ve bu alçaklıkları yapanlar ve paylaşanlar şüphesiz ki çok bedel ödeyecekler.
Fakat iktidar ve yandaşları, Türkiye’yi ölümlerin kıyısına getiren aymazlık politikalarından, öngörüsüzlüklerinden, büyük taktik ve stratejik yanlışlıklarından geri çekilmeye niyetli gözükmüyor. “Ne yani, katil Esad’a mı destek vereceğiz” körlüğü içinde yürüyorlar hâlâ! Türkiye ölüyor, o kafa hâlâ “katil Esad”a takılmış bozuk plak gibi...
Onlara söylüyorum ki, “katil Esad’a takılıp kalman, ülkeyi bir cehenneme çeviriyor farkında değil misin?” Farkındalar da, kulak verdikleri iktidarları bu konuda pozisyonlarını değiştirmedikleri sürece, hınk deyiciliklerinden zerre milim ayrılmazlar! Kişilik için ne feci bir durum!
Devran döndü, kadim Halep kentinde cihatçı/tekfirci kuşatma yarılıp, komplo tersine çevrildi ya; ortalık “Halep düşecek” feryatlarından geçilmiyor. Kargalara kasıklarını tutarak güldürmekle kalmayıp ters takla attıracak bir söylem... Batılı düşünce kuruluşlarının Körfez’in petrol şeyhliklerinden maaşlı elemanları yahut kendi İslamofobi sorunlarını bu diyarlara mal etmeye kalkışan akılsız fikirsiz Batılılar, “Saraybosna” veya “Stalingrad” kuşatmalarından söz eder oldular. Bizdekiler de meydanı boş buldu. Kendileriyle taban tabana zıt insanların tarihe geçmiş şanlı direnişlerine konma çabasının bu kadarına pes doğrusu! Neyse ki yalan, dolan kapasitelerini “Kabataş’ta 70 üstü çıplak deri kıyafetliden” biliyoruz...
***
Halep, 2013-2014 arasında tekfirci grupların kanlı kuşatmasına maruz kaldı zaten. Kuşatma yarılalı çok oldu. Şimdi soykırımcı Nazi ordularının 21. yüzyıl versiyonunu püskürtme aşamasına geçildi.
Yüksekte ve yüksekten konuşmayı seviyor Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan... Ama konu Suriye ise hep “havada” kalıyor anlattıkları... Ağzından çıkan sözcükler ile alanda gerçekleşenler arasında dağlar kadar fark var. Uzağa gitmeyelim sadece geçen hafta yaşananlar: Erdoğan 15 gün önce İstanbul’da görüştüğü ABD Başkan Yardımcısı Biden’a “PYD terörist örgüt demişken”, ABD Başkanı Obama’nın IŞİD’le mücadele temsilcisi Brett McGurk Kobane’de hem askeri hem de siyasi görüşmeler (TEVDEM Haydar Halil) yaptı. “Halep Türkiye için çok kritik, önemli” diye sık sık demeç veren Erdoğan, Rusya ve İran destekli Esad güçlerinin Halep çevresindeki “muhalifleri” son dönemdeki en ağır yenilgiye uğratmasına, Türkiye’nin kuzeyden muhaliflere erişiminin kesilmesine seyirci kaldı. PYD’nin Fırat’ın batısına geçişi “kırmızı çizgi” ilan edilmişti, AKP sözcüsü Ömer Çelik, büyük bölümünü YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin Fırat’ın batısına geçtiğinin tespit edildiğini söyledi.
Yok hayır, Türkiye’den bahsetmiyorum! Niyetim başka bir ülkeyi yazmaktır ama benzerlik hiç de şaşırtıcı değil.
Türkiye de bir kısım kent ve kasabalarını “kendisine ait” sanırken aslında “başkasının” yönetimine geçtiğini; adaleti, vergiyi, kararları, güvenliği o “başkasının” sağladığını görünce, “topraklarını geri kazanmaya” girişti! Güneydoğu’da yaşanan tam da budur! Evlere, mahallelere, yollara, kimsesizliğe, savaş alanlarına bakın....
Tabii, iki yıldır “silah yığınaklarına müdahale edilmesini isteyen 400 başvuruyu engelleyen iktidar ve valileri” ortaklıkla suçlayanlar haklıdır derim. Barış süreci umut tüccarlarının her zaman kaçacak bir bahanesi, aması, suçlayacağı bir başkası vardır. “Bu sorun böyle, iktidarı fayda ilişkileri içinde çözülmez” diyenleri, vay savaş yanlıları diye suçlayanları da burada hiç iyi anmıyorum.
Dünya Ekonomi Forumu toplantıları Davos’ta tamamlanırken OXFAM tarafından sessiz sedasız bir rapor paylaşılmakta idi: Yüzde 1 İçin Ekonomi (*). Burada “Yüzde 1”den kastedilen, gezegenimizin en zengin gelire sahip yüzde 1’lik nüfusunun, toplam gelirden aldığı pay.
Oxfam raporuna göre, söz konusu yüzde 1 süper zengin zümrenin sahip olduğu servet, gezegenimizin geride kalan yüzde 99’u tarafından elde edilmiş bulunan toplam servetten daha fazla. Rapor bununla da yetinmiyor ve dünyanın en zengin 62 (altmış iki!) kişisinin toplam servetinin, dünyamızın yoksul ikinci yarısının (yani toplam 3.6 milyar kişinin) tüm servetinden daha yüksek olduğunu belirtiyor. 2010 yılında dünyanın yoksul yarısından daha zengin olan kişi sayısı 388 imiş. Söz konusu 62 kişinin, 53’ünün erkek, 9’unun kadın olduğu da ayrıca not edilmiş.