koronavirüs

Kısa çalışma ödenekleri yatırılıyor
Kısa çalışma ödeneği bugün (5 Mayıs) yatırılıyor  Koronavirüs salgını nedeniyle işyerleri kapanan ya da zorunlu olarak çalışma günlerini azaltan işyerlerinde çalışan işçilere ilk kısa çalışma ödeneği bugün dağıtılmaya başlıyor.  Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk'un açıkladığı son rakama göre kısa çalışma ödeneğine bugüne kadar 300 bin firma, 3,2 milyon çalışan için başvurdu. Ancak sadece 2 milyon 125 bin kişinin başvurusu onaylandı. İş Bulma Kurumu'ndan (İŞKUR) onay çıkmayan 1 milyon 275 bin çalışan ya tümden parasız kalacak ya da ücretsiz iz ne gönderilip günlük 39 lira 24 kuruşluk nakit desteğinden yararlandırılacak. Kısa çalışma ödeneğinden de vergi kesilecek Salgın nedeniyle nisan ayında kapanan işyerleriyle çalışma sürelerini kısaltmak zorunda kalan işyerlerinde çalışanlar bugünden itibaren bin 752 TL ila 4 bin 380 TL arasında değişen kısa çalışma ödeneğini alacak. Kısa çalışma ödeneği alanlar devlete ayrıca binde 7.59 oranında Damga Vergisi ödeyecek. Ancak vergi direkt ödenekten kesildiği için işçiler bu kesintiyi fark edemeyecek. Bugün ayrıca mart ayında başvuru yapanlara da kısa çalışmaları ödenecek. Kısa çalışma şartları değiştirildi Çalışanların kısa çalışma ödeneğinden yararlanmaları için müfettiş incelemeleri kaldırılmış, asgari prim şartı 600 günden 450 güne, son 120 gün hizmet akdi şartı da 120 günden 60 güne indirilmişti. Ödemeler inceleme yapılmadan aktarılacağı için yanlış beyan verenler daha sonra ortaya çıkarılıp ödenen para faiziyle geri alınacak. Kısa çalışma ödeneği nedir? Genel ekonomik, sektörel, bölgesel kriz veya zorlayıcı sebeplerle işyerindeki haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak en az üçte bir oranında azaltılması veya süreklilik koşulu aranmaksızın işyerinde faaliyetin tamamen veya kısmen en az dört hafta süreyle durdurulması hallerinde, işyerinde üç ayı aşmamak üzere sigortalılara çalışamadıkları dönem için gelir desteği sağlayan bir uygulamadır.  
Birleşik Metal-İş servet vergisi gündeme alınmalıdır
DİSK/Birleşik Metal-İş, Bilim ve Danışma Kurulu üyesi Prof. Dr. Aziz Konukman’ın gündeme taşıdığı ek bütçe talebini sahiplenen bir açıklama yayınladı. Açıklamada, “Çünkü salgın ek bütçeyi zorunlu kılıyor. Bütçe işçi ve emekçiler lehine yeniden şekillendirilmelidir. Sermayenin ve devletin değil halkın ihtiyaçlarına göre bir bütçe oluşturulmalıdır.” denildi. Açıklama metni: Bütçe hakkımızı sahipleniyoruz, İşçiler ve emekçiler için ek bütçe istiyoruz - Bütçe açığı artacak kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. - Mevcut paket ve torba yasa ile sonrasında açıklanacak yeni düzenlemelerin bütçeyle ilişkisi mutlaka kurulmalıdır.  - Bütçe hakkımızı sahipleniyoruz; çünkü salgın ek bütçeyi zorunlu kılıyor!  - Servet vergisi mutlaka gündeme alınmalı!  Ek Bütçe ile 1. Bütçe öncelikleri değiştirilebilir.  2. Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kriz kaynaklı düşük performanslar nedeniyle oluşabilecek garanti ödemeleri için ayrılmış ödenekleri iptal edilebilir.  3. Yerel yönetimlerin dış borçlanmaları konusunda ihtiyaç duyacakları Hazine garantileri verilebilir.  4. Kanal İstanbul gibi üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmamış projelere bütçeden kaynak sağlanmasının önüne geçilebilir.  5. “Doğal Afet Giderlerini Karşılama Ödeneği” benzeri “Salgın Giderlerini Karşılama Ödeneği” adı altında yeni bir ödenek kalemi ihdas edilebilir.  6. Büyük ölçüde sermaye kesimlerine tanınan teşviklerin bu yıla mahsus olmak üzere geçersiz kılınması, vergi kaynaklarının emekçiler için kullanılması.  7. 2006 tarihli Tarım Kanunu'nun "tarımsal destekler Milli Gelirin yüzde 1'inden az olamaz" hükmünün bütçe hükmüne dönüştürülmesi ve böylece yıllık ortalaması yüzde yarımı geçemeyen bu desteklerin yüzde 1’e taşınmasının sağlanması.  Sendikamız Bilim ve Danışma Kurulu üyesi Prof. Dr. Aziz Konukman’ın gündeme taşıdığı ek bütçe talebini sahipleniyoruz. Çünkü salgın ek bütçeyi zorunlu kılıyor. Bütçe işçi ve emekçiler lehine yeniden şekillendirilmelidir. Sermayenin ve devletin değil halkın ihtiyaçlarına göre bir bütçe oluşturulmalıdır. Koronavirüs salgınından kaynaklanan bir ekonomik ve toplumsal krizin içinde yaşıyoruz. Böyle bir ortamda bütçe gelirleri azalırken giderlerinde büyük sıçramalar ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü 2020 bütçe büyüklüklerinin dayandığı 2020-2022 dönemini kapsayan Yeni Ekonomi Programı (YEP) şimdiden geçerliliğini yitirmiştir. 2020 yılında OECD’ye göre büyümenin yüzde 2,7 olacağı tahmin ediliyor. Dünya Bankası tahmininde ise bu oran yüzde 0,5, IMF tahmininde ise yüzde 5’lik bir küçülme öngörülüyor. TCMB 2020 yılı Nisan ayı Beklenti Anketi’nde de yüzde 0,6’lık küçülme bekleniyor. Dolayısıyla YEP’in yüzde 5’lik öngörüsünün geçerli olamayacağı çok açıktır. Türkiye ekonomisi hızla istihdamın ve talebin çöktüğü, işsizliğin arttığı bir döneme doğru sürükleniyor. Yüzde 5’lik küçülme öngörüsünün gerçekleşmesi durumunda çöküntünün boyutları daha da artacaktır. Kaldı ki, çift hanelere varan küçülme tahminleri de gündemdedir. Koronavirüsün ekonomiye etkileriyle ilgili TEPAV çalışmasında virüs salgınının 6 ay sürmesi halinde küçülmenin yüzde 20’ye bir yıl sürmesi halinde de yüzde 38’e varabileceği bekleniyor. Bütçe açığı artacak kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz Böyle bir ortamda hiç kuşkusuz büyümenin YEP’te öngörülenden ne kadar saptığına bağlı olarak 2020 bütçesinde öngörülen bütçe gelirlerinde ciddi kayıplar oluşacaktır. Öte yandan, aynı süreçte salgının ekonomide yaratacağı olası olumsuz etkileri önlemeye yönelik paket ve torba yasanın bütçeyle ilişkilendirilebilecek düzenlemeleri nedeniyle bütçe giderlerinde olağandışı artışlar olacaktır. (Ancak hemen belirtelim, 100 milyar TL’lik paketin önemli bölümleri kamu bankalarına yıkılan kredi taleplerinden oluşuyor ve bu nedenle doğrudan bütçe maliyeti bu toplamın çok altında kalacaktır). Böylece başlangıçta öngörülen bütçe açığının çok ötesine gidilecektir. Olması gereken de budur ve bundan endişe duymamak gerekiyor. Bütçe açığı artacak kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. Halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük önlemler ne kadar harcama gerektiriyorsa o harcamalar derhal yapılmalıdır. Mevcut paket ve son çıkarılan torba yasa kifayetsizse –ki öyledir, örneğin açıklanan pakette doğrudan emekçileri gözeten kalemlerin ek maliyeti (emeklilerin en düşük aylığının 1500 TL’ye çıkarılması ve ihtiyaç sahibi ailelere yapılan yardımlara 2 milyar TL’lik ek kaynak ayrılması) toplam paketin yüzde 3-4’ünü aşamıyor- açıklanacak yeni bir paketle bu eksiklik giderilerek yeni toplumsal talepler karşılanabilir. Yeni paket, sadece sağlık harcamalarından ve salgın ortamında sade yurttaşlara, emekçilere dönük doğrudan ayni ve nakdi desteklerden oluşmalıdır. Mevcut paket ve torba yasa ile sonrasında açıklanacak yeni düzenlemelerin bütçeyle ilişkisi mutlaka kurulmalıdır Ancak halihazır uygulamadan farklı olarak bu tür destekleri içeren paket ve torba yasa teklifleri mutlaka bütçeleştirilmelidir. Bu yapılmadığında kaynak tahsisi ve aktarımı keyfiliğe açık hale gelmektedir. Örneğin paket açıklandığında yardım almakta olan 2 milyon aileye aile başına 1000 TL tahsis edileceği öngörülmüşken daha sonra aile sayısı 2,3 milyon daha artırılmıştır. Son yapılan açıklamayla bu rakama bir 2,3 milyon daha ekleneceği duyurulmuştur. Bu açıklamaların sağlam dayanakları olup olmadığı kuşkuları bir yana, eklemeler yapılırken yardımdan yararlanmaya yönelik nesnel ölçütlerin kamuoyuna açıklanmaması, siyasal kayırmacılığa açık bir tahsis yapılacağı kuşkusunu doğurmuştur. Paketi mevcut haliyle kabul edip tartışmak “ne kadar, nereye?” sorusunu gündemden düşüren, keyfiliğe, kapkaççılığa sonuna kadar açılan şimdiki eğilime teslim olmak anlamına gelir. Bundan ısrarla kaçınmak gerekiyor. Benzer bir kuşku, halktan yapılan bağışlara dayanan “Milli Dayanışma Kampanyası’’ için de geçerlidir. Toplanacak bağış tutarının nereye ve hangi nesnel ölçütle aktarılacağı belirsizliğini korumaktadır. Bütçe hakkını sahiplenmek gerekiyor İktidar bu doğrultuda adımlar attığında “ihtiyaç duyulacak ek ödenek nereye tahsis edilecek ve kaynağı kimlerden nasıl alınacak?” soruları haklı sorular olup mutlaka gündeme taşınmalı ve yanıtı alınmalıdır. Bu tür bir müdahale ve sorgulama bütçe hakkına sahiplenmek anlamına geliyor.  Bilindiği üzere, kamu gider ve gelirlerinin belirlenmesinde halkın söz sahibi olmasına Bütçe Hakkı deniliyor. Bu hak, halkın yüzyıllar süren demokrasi mücadelesinin aşama aşama kaydettiği kazanımlarının ürünüdür.  1215’de Magna Carta Sözleşmesiyle gündeme gelen bütçe hakkı, 19. ve 20. yüzyılda bir dizi bütçe ilkesinin benimsenmesi ve yerleşmesiyle tüm dünyada evrensel bir değer haline gelerek kurumsallaşmıştır. Benzer şekilde, Türkiye’de de bu hak, mevzuata girmiş ve bütçe sürecinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Gerçi bütçe hakkı, yeni Anayasa ile birlikte çok ciddi bir şekilde zedelenmiş ve adı var kendisi yok konumuna getirilmiştir ama bu durum yine de bütçe hakkı açısından her şeyin bittiği anlamına gelmiyor.  Çünkü 5018 sayılı Bütçe Mali Kontrol Yasası’nın başlangıcından beri var olan 5’inci maddesinde sıralanan, kamu maliyesinin temel ilkeleri arasında yer alan ‘d’ bendinde açıklanan “Kamu malî yönetimi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkına uygun şekilde yürütülür” ilkesi, Meclis açısından önemli bir teminattır. Salgına karşı nerelere ne kadar harcanacağı, kaynağın kimlerden alınacağı, kaynak yetmediğinde ortaya çıkacak bütçe açığının nasıl finanse edileceği, kamuoyunun önünde tartışılıp kararlaştırılmalı ve mutlaka bütçeye bağlanmalıdır. Bütçeye bağlama sürecinde kesinlikle harcama öğeleri için bütçe hakkından ödün verilmemelidir. Zira kamu bütçeleri bütçe hakkının olmazsa olmaz koşulu olan ‘giderlerin önceliği’ ilkesine dayanmaktadır. Bu ilkeye göre; önce toplumsal tercihlere göre harcama tutarı ve kalemleri saptanmakta, ardından bu harcamaların gerektirdiği kamusal gelir sağlanmaktadır. Bu ilke, kamu bütçesini özel bütçeden -özel sektörün yaptığı bütçeden- ayıran temel bir özelliktir. Bu ilkenin temel mantığı, gelir sağlama konusunda devletin egemenlik hakkının önemli bir güç kaynağı olduğudur. Devletin bu gücü bireylerin üzerinde bir güçtür. Devlet bu gücü toplum / kamu yararına kullanmak durumundadır. Ama maalesef Türkiye’de bu bütçe ilkesi, hem demokratik işleyişin geriliği, hem de IMF-DB dayatmasıyla bütçe yapma alışkanlığı nedeniyle ters yüz edilerek, bütçeler özel sektör mantığıyla hazırlanır hale gelmiştir.  Ayağa göre yorgan dikmekle görevli devlet bu görevini IMF-DB’nin meşhur faiz dışı fazla (FDF) dayatması nedeniyle savsaklayarak ayağını yorganına göre uzat felsefesine sarılmıştır. Kaldı ki, IMF- DB temelli bütçe anlayışında bile bütçenin açık vermesi kabul görmüştür. Burada mali disiplin sağlanması açısından titizlenilen nokta, açığın mutlak büyüklüğünden ziyade ekonomideki göreli boyutudur.  Örneğin bu anlayışın hâkim olduğu Maastricht Kriterlerinde bütçe açığının -genel devlet açığı kastediliyor- milli gelire oranı yüzde 3 ile sınırlandırılmıştır. Ayrıca bu kritere uyulmaması Mali Anlaşma adı verilen bir sözleşme ile ciddi yaptırımlara bağlanmıştır.  AKP bu felsefeyi önceleri IMF-DB ikilisinin dayatmasıyla uygulamış, sonrasında ise kendi iradesiyle sürdürmeye devam etmiştir. Salgının derinleştirdiği bu kriz ortamında bugüne kadar dayatılmış olan gelirlere öncelik tanıyan neoliberal ezberin terkedilerek giderlerin önceliği ilkesine yeniden sahiplenmek gerekiyor. Salgın ek bütçeyi zorunlu kılıyor Giderlerin önceliği ilkesini hayata geçirmenin yolu ek bütçeden geçiyor. Ek bütçe 5018 sayılı Yasa’nın Merkezi Yönetim bütçe kanun teklifinin görüşülmesi başlıklı 19’uncu Maddenin son fıkrasında düzenleniyor. Bu fıkrada, Merkezî yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin bütçelerindeki ödeneklerin yetersiz kalması halinde veya öngörülmeyen hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla, karşılığı gelir gösterilmek kaydıyla, kanunla ek bütçe yapılabilir deniliyor. Bu yasal bir zorunluktur. Salgın nedeniyle kamu idarelerinin bütçelerindeki ödeneklerin öngörülmeyen hizmetlerin yerine getirilecek olması nedeniyle yetersiz kalacağı açıktır. Bu durumda mevcut yasa, ek bütçeye gidilmesini zorunlu kılmaktadır. Bütçeye yeni yük oluşturacak paketlerle ve torba yasalarıyla yetinerek bu yasal zorunluktan kaçınmak mümkün değildir. Kamu idarelerine 2020 bütçesi bağlanırken verilen ödeneklerle öngörülmeyen hizmetlerin yerine getirilmesi için ek ödeneğe olanak tanıyan ek bütçenin çıkarılması gerekiyor. Ek bütçenin çıkarılmaması durumunda öngörülmeyen hizmetlerin karşılanması sonucu ödenek üstü harcama yapılması kaçınılmaz hale gelecektir. Yani siyasal iktidar TBMM’nin yetki verdiği ödeneğin ötesinde harcama yapmış olacaktır Servet vergisi mutlaka gündeme alınmalı Ek bütçeyle hem ödenek üstü harcamanın önü kesilmiş oluyor hem de denk bağlanması mecburiyeti -ek ödenek karşılığı gelir gösterilmek kaydıyla getirilebiliyor- nedeniyle 2020 Bütçesi’nde öngörülen bütçe açığı korunmuş oluyor. Ek ödenek karşılığı gelir gösterilirken, geçinmekte sıkıntı çeken ve salgın nedeniyle bu sıkıntısı daha da ağırlaşacak olan başta emekçiler olmak üzere geniş halk yığınlarına yeni bir vergi yükü getirmekten kesinlikle kaçınılmalıdır.  Yaratılacak bütçe gelirinin vergi ayağı ağırlıklı olarak servet vergisine dayalı olmalıdır. Bunun için hedef grup olarak, özellikle son 20 yılda rant gelirleriyle palazlananlar belirlenmelidir.  Servet vergisiyle birlikte vergi tarifesinin üst gelir dilimindekilerin daha yüksek vergi vermesini sağlayacak bir tarife düzenlemesine de gidilebilir. Ayrıca vergi dışı gelirlerde -teşebbüs ve mülkiyet gelirleri, alınan bağışlar ve yardımlar ile özel gelirler, faizler, paylar ve cezalar, sermaye gelirleri ve alacaklardan tahsilat- ve Merkezi Yönetim Bütçesi’nin bir parçası olan özel bütçeli idareler ile düzenleyici ve denetleyici kurumların gelirlerinde artış sağlayıcı düzenlemeler de öngörülebilir. Örneğin “Milli Dayanışma Kampanyası’’ ile toplanacak bağış tutarı ek bütçede vergi dışı bir gelir kalemi olarak gösterilecektir. Böylece bu kaynağın ödenek olarak tahsis edilmesi bütçe prosedürünün teminatı altında olacaktır. Üstelik bu bağışların kullanım alanlarının da belirlenmesine yol açacaktır. Ek bütçe önemli olanaklar sunuyor  Ek bütçeye gidilmesinin bir diğer avantajı, resmi adı 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetvellerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi olan Ek Bütçe Teklifinin mevcut bütçede değişiklik yapılmasına olanak tanımış olmasıdır. Bu olanaklar şöyle sıralanabilir: - Bütçe önceliklerin değiştirilmesi (düşman tanımlamasındaki değişikliğe paralel olarak savunma hizmetlerine ayrılan ödeneklerde kısıntıya giderek bunların yeni bir bütçe kalemi olarak ortaya çıkan salgını önlemeye yönelik hizmetlere kaydırılması,  - Kamu idarelerinin yıl içinde salgın nedeniyle ortaya çıkabilecek ihtiyaç fazlası ödeneklerinin salgınla mücadelede aktif rol alma konumunda olan diğer kamu idarelerinin ödenek ihtiyacının karşılanmasında kullanılması vb. yollarla),  - Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kriz kaynaklı düşük performanslar nedeniyle oluşabilecek garanti ödemeleri için ayrılmış ödeneklerin iptal edilmesi (geçmiş ek bütçe uygulamalarından 2003 ve 2004 ek bütçe kanunlarında ek ödeneği aşan miktarda ödenek iptaline gidilmiştir),  - 2006 tarihli Tarım Kanunu'nun "tarımsal destekler Milli Gelirin yüzde 1'inden az olamaz" hükmünün bütçe hükmüne dönüştürülmesi ve böylece yıllık ortalaması yüzde yarımı geçemeyen bu desteklerin yüzde 1’e taşınmasının sağlanması,  - Büyük ölçüde sermaye kesimlerine tanınan vergi istisnası ve muafiyetler nedeniyle 2020 yılı için 195,6 milyar TL tutarında bir vergi kaybına yol açması öngörülen bu teşvikin çok küçük bir kısmını oluşturan emekçiye yönelik olan kısmı hariç tutularak salgın nedeniyle bu yıla mahsus olmak üzere geçersiz kılınması,  - “Doğal Afet Giderlerini Karşılama Ödeneği” benzeri “Salgın Giderlerini Karşılama Ödeneği” adı altında yeni bir ödenek kalemi ihdas edilmesi,  - Savunma Sanayii Destekleme Fonundan Hazineye yatırılacak mevcut tutarın artırılmasıyla bir yandan genel bütçeye bu tutar kadar gelir kaydı yapılabilmesi ve diğer yandan Sağlık Bakanlığı bütçesinin ilgili tertiplerine bu tutar kadar ödenek kaydedilmesinin sağlanması,  - Ödeneklerin ihtiyacı karşılayamadığı durumlarda devreye sokulacak yedek ödenek tutarının otomatikman yükselecek olması (genel bütçe ödeneklerinin yüzde 2’sine kadar yedek ödenek konulması zorunluluğu nedeniyle, ek bütçeyle genel bütçe ödeneğinin artırması sonucunda yedek ödenek tutarı artmış olacak),  - Yerel yönetimlerin temiz ve atık su başta olmak üzere yatırım ve hizmetlerinin aksamaması (büyükşehirlerin en önemli yatırım kalemi temiz ve atıksu alanındadır), belde sakinlerine indirimli veya ücretsiz su kullanımı olanağı sağlayabilmeleri için onlara merkezi bütçeden gerektiği kadar kaynak aktarılması,  - Yerel yönetimlerin dış borçlanmaları konusunda ihtiyaç duyacakları Hazine garantilerinin verilmesi, Kanal İstanbul gibi üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmamış projelere bütçeden kaynak sağlanmasının önüne geçilmesi (hatırlanacaktır, gerekirse Kanal İstanbul projesinin bütçeden finanse edilebileceği ifade edilmişti),  - Genel bütçe ödeneğinin ek bütçeyle artacak olması nedeniyle kamu sermayeli bankalar ile kamu kurum ve kuruluşlarına finansmanına yönelik olarak daha fazla ikrazen karşılığında herhangi bir nakit girişi sağlanmayan özel tertip Devlet iç borçlanma senedi ihraç edilebilmesi (çünkü yıl içinde ihtiyaç duyulması halinde kamu sermayeli bankalar ile kamu kurum ve kuruluşlarına finansman sağlanması amacıyla, genel bütçe ödeneğinin yüzde üçüne kadar ikrazen özel tertip Devlet iç borçlanma senedi ihraç edilebiliyor).  İhtiyaca göre olanaklar daha da genişletilebilir. Ek bütçe kanunuyla mevcut bütçe kanununda yapılacak bu tür değişikliklerle, gerekli sağlık harcamalarının ve salgın ortamında ihtiyaç sahibi sade yurttaşlara ve emekçilere dönük doğrudan ayni ve nakdi desteklerin yapılabilmesi mümkün hale gelecektir. Bu tür destekler gelir aktarımı ve bazı temel harcamaların (elektrik, su vb.) devlet tarafından üstlenilmesi şeklinde planlanmalıdır. Borçlanmayla bütçe açığının finansmanı eskisi kadar kolay değil  Ek bütçeyle salgının yarattığı ekonomik ve toplumsal tahribatı telafi edici harcamaların önü ödenek üstü harcamaya başvurmaksızın açılabilir. Ancak bu yeterli değildir. Ek bütçeyle değişikliğe uğratılan 2020 Bütçesi’nin öngörülenin üzerinde bütçe açığı vereceği gerçeğinden hareketle -nedeni yukarıda açıklanmıştı- bu açığın nasıl finanse edileceği bugünden planlanmalıdır. Bunun bir yolu, bugüne kadar sıkça başvurulduğu gibi 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’un 5. Maddesi’nde tanımlanan borçlanma limitini hiçe sayarak ve ödenek üstü harcamaya yol vererek borçlanmaya gidilmesi, yani fiili bir durum yaratılarak, ilgili yasaya aykırı davranılması (torba yasalarla ilgili yasaya 5’inci maddeyi işlevsiz hale getiren geçici maddeler ekleyerek bu limit aşımına yasallık kazandırılmaya çalışılıyor) ve bütçe hakkının ihlal edilmesidir. Bu yol fiilen yaratıldığı için 5018’in yürürlüğe girdiği 2015 yılından buyana ek bütçe uygulamasına gidilme gereği duyulmamıştır. İstenilse de bu yoldan gidilmesi, bu kriz koşullarında eskisi kadar kolay olmayacaktır. Dış borçlanmanın maliyetini gösteren risk primi CDS’in giderek yükselmesi ve içeride borçlanmanın piyasa aktörlerinin nakit sıkıntısı nedeniyle zorlaşması bu kanıyı güçlenmektedir. Ayrıca bu kanıyı destekleyen bir diğer gelişme, iç borç çevirme oranının (iç borç tutarı-iç borç servisi oranı) daha şimdiden Ocak-Şubat’ta gerçekleşen değerinin (116,4) yılın bütünü için öngörülen değeri (104,4) bir hayli aşmış olmasıdır. Bu oran, Hazine’nin 100 TL’lik bir borç ödeme yapabilmesi için bu tutardan daha fazla, 116,4 TL’lik borçlanma yapması gereğine işaret ediyor. Yani Hazine piyasaya ödediğinden daha fazlasını borçlanma durumundadır. Bu tutumda ısrarcı olunduğunda, nakit sıkıntısı çekmekte olan özel sektörün borçlanma piyasasından dışlanması eninde sonunda kaçınılmaz hale gelecektir. Nitekim geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı tarafından örtük bir şekilde bunun tercih edilen bir seçenek olamayacağına dikkat çekilmiştir. Yani sermaye çevreleri kaynak ihtiyacının Hazine'nin iç borçlanması üzerinden çözülmesine sıcak bakmıyorlar. Çözüm Hazine’ye kısa vadeli avansta ancak geri ödeme yükümlülüğünün salgın dönemi boyunca askıya alınması koşuluyla iç borçlanmanın yetersiz kalacağı böylesi durumda, geriye bir seçenek daha kalıyor. Bu seçenek, Merkez Bankası tarafından Hazine’ye kısa vadeli avans açılmasıdır.  Bilindiği üzere, Hazine’ye kısa vadeli avans, yıl içinde bütçenin gelir-gider kalemleri arasında ortaya çıkan dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla her yıl cari yıl bütçe giderlerinin yüzde 15’ini geçmemek üzere kullanılan bir Merkez Bankası kaynaklı iç finansman kaynağıdır. Bu, Hazine’nin doğrudan Merkez Bankası kaynaklarına başvurarak nakit olarak borçlanması anlamına geliyor.  Bu avans, vadesi bir yılı aşmayan kredi niteliğindedir. Hazine, kullandığı avans miktarını yılsonuna yasal faiziyle birlikte Merkez Bankası’na ödemekle yükümlüdür. Ancak uygulamada bu tutarın mali yılsonunda Merkez Bankası’na geri ödenmesi mümkün olamamıştır. Bu tutum nedeniyle avans uygulaması, Hazine’nin dönemlik ihtiyacını karşılamaktan çıkıp bütçe açıklarının finansmanına hizmet eden ve enflasyonist etkiler yaratan bir niteliğe bürünmüştü. Böyle bir gerekçe ileri sürülerek, önce yüzde 15’lik oran yüzde 5’e çekilmiş, daha sonra başka bir kriter getirilmiş ardından 1998’den itibaren de avans verilmesi fiilen durdurulmuştur. Şubat 2001 Krizi’nin hemen ardından 25 Nisan 2001 Tarih ve 4651 Sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 1940’larda başlayan ve 1998’e değin sıklıkla kullanılan ve Hazine’nin temel finansman kaynaklarından biri olan kısa vadeli avansın yasal dayanağı ortadan kaldırılmıştır.  Bu olanak, Hazine’nin kullandığı avans miktarını yılsonuna yasal faiziyle birlikte Merkez Bankası’na ödemekle yükümlü tutulmasını bir yaptırıma bağlayarak yeniden getirilmelidir. Ancak TCMB’ye yılsonunda geri ödeme yükümlülüğü salgın dönemi boyunca askıya alınmalıdır. Avans tutarının genel bütçe ödeneklerinin belli bir yüzdesiyle sınırlandırılacak olması, para basılacak ve enflasyon kontrolden çıkacak endişesi tümüyle giderilmiş olacaktır.  Şurası unutulmamalıdır, Hazine’ye nakit sağlanması önerisi, aynı zamanda, ekonomik krizin en sert vurduğu alan olan talep daralmasının aşılabilmesi açısından da tamamlayıcı niteliktedir. Esasen talep çöküntüsü sürerken parasal genişlemenin enflasyonist olması beklenemez. Dolaylı finansmana devam edilmeli  Merkez Bankası’nın Hazine’ye katkısı doğrudan nakit finansmanıyla sınırlı kalmamalıdır. Ayrıca, Merkez Bankası’nın Hazine’ye sağladığı mevcut dolaylı finansman olanağı daha da genişletilmelidir.  Bilindiği üzere, Merkez Bankası Hazine’nin borçlanmak amacıyla ihraç ettiği kamu kâğıtlarını (DİBS) açık piyasa işlemleri yoluyla veya doğrudan Hazine’den almak suretiyle dolaylı bir finansman sağlamaktadır. Bu yola daha fazla başvurulması, iç borçlanmanın bir kısmının Merkez Bankası’nın katkısıyla hayata geçirilmesini olanaklı hale getirirken aynı zamanda Hazine’den avansa yönelecek talebin baskılanmasına da önemli bir katkı sunmuş olacaktır.  Ancak açık piyasa işlemleriyle fonlamada Merkez Bankası ihtiyatlı davranmalıdır. Çünkü dış borç stokunun üçte ikisine sahip özel sektörün eline geçen bu nakit parayı döviz taahhüdü nedeniyle döviz alımına yönelerek kuru yükseltmesi riski söz konusudur. Dolayısıyla bu seçenekte ağırlık doğrudan Hazine’den alıma verilmelidir. Merkez Bankası İSF’ye mevcut katkısını artırmalı  Benzer şekilde Merkez Bankası, Hazine örneğinde olduğu gibi, İşsizlik Sigortası Fonu’nun (İSF) portföyünde bulunan DİBS’leri alma yoluyla Fon’un ihtiyaç sahiplerine ödeme yapabilmesini kolaylaştırmalıdır. Çünkü gerek açıklanan paketin gerekse son torba yasanın bazı unsurları ve düzenlemeleri İSF kaynaklarına ciddi boyutlarda başvurulmayı gerektiriyor. Bu taleplerin karşılanabilmesi için Fon’a taze nakit girişinin gerçekleşmesi zorunluluk haline gelmiştir. Ve Merkez Bankası’nın yapacağı katkı çok önemlidir. Ayrıca fon kaynaklarının düşük faizlerle nemalandırılmasına izin verilmemelidir. Cumhurbaşkanı ve TBMM göreve...  Yukarıda ayrıntısıyla açıkladığımız gerekçelerle, hiç geciktirilmeksizin resmi adı 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ve Bağlı Cetvellerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi olan Ek Bütçe Teklifinin Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ye sunulması gerekmektedir. TBMM ise gerçek anlamda bütçe hakkına sahip çıkmak istiyorsa, Ek Bütçe Teklifinin bir an evvel TBMM’ye gelmesi yönünde ısrarcı olmalıdır. Biz Birleşik Metal-İş Sendikası olarak bu talebin arkasındayız!  
İstanbul’da koronavirüs ekonomik ve sosyal yıkım yaratabilir
İstanbul'daki her 5 kişiden 1'i koronavirüs kaynaklı sosyal ve ekonomik risk altında İstanbul Üniversitesi Şehir Politikaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Şeker, koronavirüs kaynaklı sosyal ve ekonomik risk açısından İstanbul'daki hanelerin yüzde 5.5'inin yüksek risk, yüzde 11.8'inin orta risk alanında, yüzde 38.6'sının düşük risk bölgesinde yer aldığını söyledi. İstanbul Üniversitesi Şehir Politikaları Merkezi tarafından koronavirüs salgını nedeniyle İstanbul’da sosyal ve ekonomik açıdan riskli mahalleleri belirleyen araştırma yapıldı. Araştırmaya ilişkin değerlendirmede bulunan İstanbul Üniversitesi Şehir Politikaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Şeker, araştırmada, mahalle ölçeğinde sosyal ve ekonomik göstergeleri içeren ikincil verilerin kullanıldığını anlattı. Şeker, merkezi ve yerel yönetimler ile sivil toplum kuruluşlarının, İstanbul'daki sosyal ve ekonomik risk barındıran alanlara öncelikli olarak müdahale etmesi gerektiğini söyledi. Kısa ve orta dönemde gelir ve iş kaybı yaşaması muhtemel olan, hanehalkı büyüklüğü ve yaş bağımlılık oranı (iş gücünde olmayan nüfusun iş gücüne olan oranı) yüksek hanelerde sosyal ve ekonomik risklerin daha fazla hissedileceğini belirten Şeker, yoksul hanelerdeki yoksulluğun derinleşebileceğini söyledi. İstanbul'daki 961 mahalleden 358'i öncelikli risk bölgesi Şeker, araştırmanın sonuçlarına göre, İstanbul’daki 4,5 milyon hanenin 2,5 milyonunun koronavirüs kaynaklı ekonomik ve sosyal riskler taşıdığını, söz konusu 2,5 milyon hanede yaklaşık 10 milyon kişinin yaşadığını aktararak, "Araştırmada, riskleri düzeyine göre düşük, orta ve yüksek şeklinde derecelendirdik. İstanbul'daki 961 mahalleden 358'inin sosyal ve ekonomik açıdan öncelikli risk bölgesi olduğu görülüyor. İstanbul'un 49 mahallesi ise yüksek risk düzeyinde bulunuyor" şeklinde konuştu. Araştırmaya göre, 249 bin 557 hanede yaşayan 1 milyon 98 bin 528 kişinin sosyal ve ekonomik açıdan yüksek riskli yerde bulunduğunu, 534 bin 772 hanedeki 2 milyon 154 bin 63 kişinin ise orta riskli alanda yer aldığını bildiren Şeker, düşük riskli alanda ise 1 milyon 744 bin 951 hanede yaşayan 6 milyon 469 bin 309 kişinin olduğunu kaydetti. En riskli mahalleler Şeker, araştırmanın sonuçlarına göre, koronavirüs kaynaklı sosyal ve ekonomik risk açısından, İstanbul'daki hanelerin yüzde 5.5'inin yüksek risk, yüzde 11.8'inin orta risk alanında iken, yüzde 38.6'sının düşük risk bölgesinde yer aldığını söyledi. İstanbul nüfusunun yüzde 7.1'inin yüksek risk, yüzde 13.9'unun ise orta riskli alanda olduğunu, dolayısıyla her 5 kişiden 1'nin koronavirüs kaynaklı sosyal ve ekonomik risk altında bulunduğunu belirten Şeker, "Yüksek, orta ve düşük riskli mahallelerin yoğunlaştığı ilçelerin başında Esenyurt, Bağcılar, Ümraniye, Pendik, Küçükçekmece, Sancaktepe, Kağıthane, Sultanbeyli ve Esenler gelirken, yüksek riskli 49 mahalle ise Esenyurt, Sultanbeyli ve Arnavutköy'de yoğunlaşıyor" dedi. Kaynak: Sputniknews  
çarklar dönüyor işçiler ölüyor
Nisan ayında en az 220 işçi yaşamını yitirdi... 103 işçinin ölüm nedeni Covid-19 İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) tarafından her ay sendikalardan, ailelerden ve basından derlenen bilgilerle hazırlanan iş cinayetleri Nisan 2020 raporu yayınlandı. Raporun başlangıcında , “Dünyada ve Türkiye’de koronavirüs (Covid-19) nedeniyle yaşamını yitirenlerin ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, hastalananlara acil şifalar diliyoruz” denildi. Rapordan başlıklar: • Mart ayı raporunda belirtmiştik: “Başta sağlık emekçileri olmak üzere, evden çalışanlar dahil faal işçilerin” SARS-Cov-2 virüsü ile bulaşma sonucunda maruz kalacakları Covid-19 Hastalığını, iş kazaları sonucu gelişen ölümcül seyirli mesleki bulaşıcı hastalık, ölümleri de iş cinayeti olarak değerlendiriyoruz. Bu noktada uluslararası sendikal hareketten de benzer bir çağrı geldi. Küresel sendikal federasyonlar sermayenin ve devletin sorumluluklarını belirtip Covid-19’un işçiler için meslek hastalığı sayılması ile ilgili bir deklarasyon yayınladılar, işçi ve ailelerinin korunması konusunda adımlar atılması gerektiğini belirtip en riskli meslek gruplarını sıraladılar. Yine Türkiye’nin önemli işçi sınıfı hukukçuları da yaptıkları açıklamalar da Covid-19’un iş kazası/meslek hastalığı olduğu hususunun altını çizdiler. Tekrar yineliyoruz: Bu süreçte emek örgütlerimizin ve tüm işçilerin bu yaklaşımı/talebi savunması önemlidir. • Covid-19 Salgını Döneminde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği ile ilgili ilk raporumuzu 17 Nisan’da çıkarmıştık. İkinci raporumuz da yine bu ayın ortasında yayınlanacak ve konuya ayrıntılı olarak değineceğiz. Ancak Covid-19 kaynaklı iş cinayetlerine iki hususa değinelim: 1- Nisan ayında tespit edebildiğimiz Covid-19 nedenli en az 103 işçi yaşamını yitirdi. Daha fazla kaybettiğimiz arkadaşımız olabilir ancak ama bilgilere ulaşmak çok zor. Yine bu ölümlerle bağlantılı olarak kaybettiğimiz işçi ailelerini de düşündüğümüzde “Covid-19’un giderek bir işçi sınıfı hastalığı haline geldiğini” söyleyebiliriz. Çünkü “üretmeye mecburuz” anlayışıyla çarklar dönmeye devam etti ve işçiler evde kalamadılar. 2- Türkiye’de 60 yaş altında Covid-19 kaynaklı birçok işçi ölümü yaşandı. Geçen ayki raporumuzda bu nedenle ölen emekçilerin yaş ortalamasının 51 olduğunu belirtmiştik. Bu durum işçiler içinde kronik rahatsızlıkların çok yaygın olduğunun bir göstergesidir. Şeker, tansiyon, kalp rahatsızlıkları başta olmak üzere insanlarımızda kronik rahatsızlıklar 40’lı yaşlarda başlamaktadır. Emeklilik tartışmasını yaparken bu durum bir kez daha göstermiştir ki emeklilik yaşı ve prim gün sayısı düşürülmelidir. Sonuç olarak; Nisan ayında büyük işyerlerinde birden fazla işçinin hastalanması, salgının yayılmasına yol açtığı halde hala işyerlerinde çalışmanın durdurulmaması Türkiye işçi sınıfının sağlığını göz göre göre tehlikeye atmış; “Hepimiz aynı gemideyiz” söyleminin tersine pandemi sürecinin sınıfsal boyutunu açık olarak ortaya koymuştur. Nisan ayında 220, ilk dört ayda 580 iş cinayeti • İş cinayetlerinin aylara göre dağılımına baktığımızda Ocak ayında en az 114 işçi, Şubat ayında en az 133 işçi, Mart ayında en az 113 işçi ve Nisan ayında en az 220 işçi yaşamını yitirdi. 2020 yılının ilk dört ayında iş cinayetlerinde en az 580 işçi arkadaşımızı kaybettik. • 220 emekçinin 176’sı ücretli (işçi ve memur), 54’ü kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyor. • Ölenlerin 14’ü kadın işçi, 206’sı erkek işçi. Kadın işçi cinayetleri tarım, tekstil, büro, enerji, sağlık ve konaklama işkollarında gerçekleşti. • Dört çocuk işçi can verdi. Çocuk işçi cinayetleri tarım işkolunda gerçekleşti. • 51 yaş ve üstünde ise çalışırken ölen 82 emekçi bulunuyor: Çiftçi ve esnaflar ile tarım, gıda, maden, tekstil, ağaç, basın, büro, eğitim, çimento, inşaat, taşımacılık, sağlık, konaklama, güvenlik ve belediye işçileri. • Nisan ayında 8 göçmen/mülteci işçi yaşamını yitirdi, 5’i Suriyeli, 1’i Afganistanlı, 1’i Bulgaristanlı, 1’i Türkmenistanlı. • Ölen işçilerin 16’sı sendikalı. Sendikalı işçiler kimya, deri, eğitim, büro, metal, inşaat, taşımacılık, sağlık, güvenlik ve belediye işkollarında çalışıyordu. İş cinayetlerinin işkollarına göre dağılımı • Ölümler en çok tarım, ticaret/büro, sağlık, inşaat, taşımacılık, belediye/genel işler, madencilik, tekstil, metal, konaklama, güvenlik ve ağaç/kağıt işkollarında gerçekleşti. • En fazla ölüm nedenleri sırasıyla covid-19, trafik/servis kazası, ezilme/göçük, yüksekten düşme, kalp krizi, şiddet ve elektrik çarpması. İş cinayetlerinin şehirlere göre dağılımı 66 ölüm İstanbul, 11 ölüm Kocaeli, 10 ölüm İzmir, 7’şer ölüm Adana, Aydın, Bursa ve Konya, 5’er ölüm Manisa ve Mersin, 4’er ölüm Ankara, Antalya, Denizli ve Hatay, 3’er ölüm Bitlis, Düzce, Gaziantep, Isparta, Malatya, Mardin, Sakarya, Şanlıurfa, Tekirdağ, Zonguldak ve Bulgaristan, 2’şer ölüm Adıyaman, Aksaray, Balıkesir, Çanakkale, Çankırı, Edirne, Erzincan, Kahramanmaraş, Kayseri, Ordu Muğla, Şırnak, Uşak ve Yalova, 1’er ölüm Afyon, Amasya, Batman, Bilecik, Burdur, Diyarbakır, Eskişehir, Karabük, Karaman, Kırıkkale, Kütahya, Niğde, Osmaniye, Samsun, Siirt, Van, Belçika ve Yunanistan’da yaşandı.  
maske dağıtımında son karar para ile satılacak
Türkiye’de sağlık emekçileri ve halk koronavirüs salgını ile baş edebilmekle uğraşa dursun, AKP iktidarı halen maske sorununu çözemedi!  Muhalif belediyelerin ücretsiz dağıtımını engellemek için maske dağıtımını merkezi iktidar ücretsiz yapacak denildi. Ancak, ilk koronavirüs vakasının açıklandığı 11 Mart’tan bu yana geçen 2 aylık süreçte toplumun büyük bir bölümü maskeye ulaşamadı.  Maskenin ‘kullanılması gerektiği, yok kullanılmasa da olur’ tartışmalarını bir tarafa bırakacak olursak, AKP iktidarının tek kişi yönetimi salgın sürecinde tel tel dökülüyor. Şimdi de, Cumhurbaşkanı Erdoğan, normalleşme süreci ile ilgili açıklamalarda bulunurken, “ücretli maske satışı” ile ilgili de açıklamalarda da bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bugüne kadar piyasada satışına izin vermediğimiz cerrahi maske ve bez maske satışına halkımızın kolayca ulaşabileceği yerlerde izin vermeyi planlıyoruz. Bir üst fiyat belirleyeceğiz. İsteyen vatandaşların kontrollü şekilde maske satın almasını gerçekleştirileceği noktalar olacak.' dedi. Ücretsizden ücretliye nasıl geldik? 5 Nisan, PTT’nin ücretsiz maske dağıtımına başlayacağı açıklandı PTT, Sağlık Bakanlığı ile Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının almış olduğu karar ile ePttAVM.com üzerinden ücretsiz olarak maske dağıtılacağı, ancak maske dağıtımının 65 yaş üzeri ve 20 yaş altındaki gençleri kapsamadığı bildirildi. PTT'nin sitesinde ücretsiz maske almak için izlenmesi gereken yol şöyle aktarıldı. *Ücretsiz maske temini için maske.epttavm.com adresine giriş yapmak gerekiyor. Vatandaşların her hafta 1 paket (5 adet) maske alma hakkı bulunmaktadır. *Adres bilgilerinizi doğru girdiğinizden emin olun. *PTT Kargo ile ücretsiz olarak taşınacaktır. *Ücretsiz maske temini 65 yaş üzeri ve 20 yaş altındaki vatandaşları kapsamamaktadır. T.C kimlik numaranız ile doğrulama yapıldıktan sonra belirtilen yaş kriterlerine uymanız durumunda maskeniz tarafınıza gönderilecektir." 6 Nisan, PTT sistemi yoğunluğu kaldırmadı, saatler sonra yeni açıklama: “Başvurular e-devlet üzerinden yapılacak” PTT’nin maske dağıtımına başlayacağının duyurulmasının ardından site yoğun başvuruya dayanamadı. Saatler sonra gelen yeni açıklamada, PTT tarafından yapılacak olan ücretsiz maske dağıtımına ilişkin başvuruların, e-Devlet üzerinden alınacağı bildirildi. Öte yandan maskelerin, 20-65 yaş arasındaki her yurttaşa ücretsiz olarak dağıtılacağı bildirildi ancak dağıtımın ne şekilde yapılacağı açıklanmadı. 6 Nisan, Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Tüm vatandaşlarımıza ücretsiz maske temin etmekte kararlıyız” AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, maske dağıtımına yönelik yaptığı açıklamalarda maske satışının 'kesinlikle yasak' olduğunu bildirdi. Erdoğan açıklamasında ""Devlet olarak tüm vatandaşlarımıza ücretsiz şekilde maske ulaştırmakta kararlıyız" ifadelerini kullandı. 9 Nisan, İstanbul’da ücretsiz maskeleri eczaneler dağıtacak Daha önce PTT’nin dağıtacağı belirtilen ücretsiz maskelerin, alınan yeni karar gereğince İstanbul’da eczaneler tarafından dağıtılacağı açıklandı. İstanbul Eczacı Odası tarafından yapılan duyuruda ayrıca, daha önce haftada 5 tane dağıtılacağı açıklanan maskelerin 10 günde bir 5'er adet dağıtılacağı bildirildi. Kararın ardından 10 Nisan itibariyle İstanbul’da eczaneler maske dağıtımına başladı. Plansız ve programsız bir şekilde yurttaşların tepkisine göre şekillenen maske dağıtım sürecinde yaşanan aksaklıklar çözülemedi. Maske alabilen yurttaşlar ise dağıtılan maskelerin kalitesizliğinden şikayet etti. 23 Nisan, Sağlık Bakanı Koca’dan telefonuna kod gelmeyen yurttaşlar için açıklama Düzenli maske temininin sağlanamaması sonucu artan kamuoyu baskısı sonucu, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, yeni bir açıklama yaptı. Koca, telefonlarına kod gelmeyenlerin maske alamamasına ilişkin yaptığı açıklamada, “Maskeler vatandaşımız ücretsiz dağıtılacak. Mesaj gelmeyen kişiler için de eczaneye müracaat edildiğinde kimlik doğrulaması ile maskelerini alabilecekler” ifadelerini kullandı. 28 Nisan, çalışanlar için yeni karar: “Maskelerini işyerlerinden temin edecekler” İktidar partisinin bir türlü gerekli düzenlemeyi yapamadığı maske dağıtımında yeni bir karar daha çıktı. İstanbul Eczacı Odası tarafından bugün yapılan son açıklamada, ‘ücretsiz maske dağıtımında yaşanan yoğunluk nedeniyle’, maske dağıtımında yeni bir düzenleme yapıldığı bildirildi. Yeni düzenlemeye göre, İstanbul’da, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanlar ile herhangi bir iş yerinde SSK'lı olarak çalışan yurttaşlar eczanelerden dağıtılan ücretsiz maske sisteminden faydalanamayacak. Yurttaşlar maskelerini çalıştıkları kurum ve işyerlerinden temin edecekler. Maske temininin sokağa çıkma kısıtlaması uygulanan 20 yaş altı ve 65 yaş üstü yurttaşlar için nasıl sağlanacağı ise hala meçhul. 4 Mayıs, hayat eve sığar uygulamasından başvuru yapılacak Koronavirüs salgını kapsamında yurttaşların bölgelerindeki risk durumlarına bakabilmelerine ve kendi sağlıklarını takip edebilmelerine imkan tanıdığı söylenen "Hayat Eve Sığar" mobil uygulamasının iOS ve Android versiyonlarına gelen son güncellemeyle “Hayat Eve Sığar” üzerinde maske kodu alınabileceği belirtildi. Uygulamanın ana ekranının sol üstünde yer alan ana menünün en üst kısmında “Maske Talep Et” bölümü eklendi. 4 Mayıs, Cumhurbaşkanı Erdoğan, maskelerin satış yasağını kaldırdı AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir süredir satışına izin verilmeyen maskelerle ilgili düzenlemeye gidildiğini belirterek, "Cerrahi maske, bez maske satışına halkımızın kolayca ulaşabileceği yerlerde izin vermeyi planlıyoruz. Maske türlerine göre üst fiyat belirleyerek halkımızı mağdur edecek girişimlerin önünü keseceğiz" ifadelerini kullandı.  * (Tarihler BirGün’den alınmıştır)  
İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu çıktı iş cinayetleri arttı
Tüm çalışanlar sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınarak, sigortasız ve sendikasız çalıştırma yasaklanmalıdır! TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı Yunus Yener 4-10 Mayıs İş Sağlığı ve Güvenliği Haftası nedeniyle bir açıklama yaptı.  MMO Başkanı Yener yaptığı açıklamada, “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu çıktıktan sonra iş kazaları ve cinayetlerinde görülen sürekli artış dikkat çekicidir.” denildi.    Yener açıklamasını şöyle sürdürdü: 4-10 Mayıs tarihleri, ülkemizde 1987 yılından bu yana İş Sağlığı ve Güvenliği Haftası’dır ve işçi sağlığı-iş güvenliği konusu genellikle göstermelik etkinliklerle geçiştirilmektedir. Bu yıl ise dün (3 Mayıs) itibarıyla ilgili Bakanlık ve Genel Müdürlüğün internet sitelerinde konuyla ilgili hiçbir etkinlik ve duyurunun yer almadığı görülmektedir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği (İSİG); tıp, mühendislik ve sosyal bilimlerle ilgili çok bilimli bir alandır. Odamız bu kapsamda on yıllardan beri İSİG üzerine yürüttüğü mesleki eğitim, belgelendirme, periyodik kontrol, kongre, sempozyum, panel, söyleşi, seminer, rapor vb. çalışmaların yanı sıra her yıl bilgilendirici, uyarıcı açıklamalarla konuyu gündeme taşımaktadır. Mesleki kamusal sorumluluklarımız dolayısıyla bu yıl da İSİG ile ilgili bazı gerçekleri kamuoyunun bilgisine sunuyoruz. İSİG mevzuatını sermaye çıkarları belirlediği için vakalar sürekli artıyor. İş kazaları sonucu toplu ölümlerin artması üzerine 2012 yılında çıkarılan 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile iş güvenliği uzmanlığı, işyeri hekimliği ve diğer sağlık personeli ile ilgili mevzuat da dâhil olmak üzere nerede ise tüm yönetmelikler defalarca sorunlu bir şekilde değiştirilmiş, buna rağmen kazalar ve iş cinayetleri artarak devam etmiştir. Aşağıdaki tablo bu durumu açıklıkla yansıtmaktadır. Tablonun 2012 yılı sonrasına dair satırlarındaki parantez içindeki veriler İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’ne aittir. 2019 yılı SGK verileri açıklanmadığı için tabloda yer almamaktadır ancak İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre 2019 yılında 1.736 emekçi hayatını kaybetmiştir. Kayıt dışı işçileri kapsamayan bu SGK verileri değerlendirildiğinde 2012’ye göre 2018’de meydana gelen iş kazaları yüzde 475 oranında artmıştır. Bu verilere göre 2018 yılı iş kazası sayısı ve iş kazası sıklık hızında, 2017 yılı da iş kazası sonucu ölüm vakalarında 1996 sonrasının doruğu olmuştur. İş kazası sayısı 1.000’in üzerinde olan il sayısı da 2010-2018 yıllarında sürekli artmış ve 2010 yılında 14 il iken 2018 yılında 50 ile çıkmıştır. 2013 yılından itibaren iş kazası olmayan il kalmamış ve iş kazaları Türkiye’nin en küçük illerine kadar yayılmıştır. 2012 yılında çıkarılan İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’na rağmen iş kazaları/cinayetlerinde görülen artışlar, sermayenin azami kâr hırsı ve emek aleyhine politikalardan kaynaklanmaktadır.  Serbestleştirme-özelleştirme, sendikasızlaştırma, esnek/güvencesiz ve kayıt dışı istihdam, çalışma koşullarının ağırlığı, kadın, genç, çocuk emeği sömürüsünün yoğunluğu ve en son Covid-19 salgınına karşı önlemlerin yetersizliği nedeniyle iş kazaları ve meslek hastalıkları artmaktadır.  DİSK üyesi işçiler arasında yapılan bir araştırma, işçilerdeki Covid-19 pozitif vakası oranının Türkiye genelinin 3,2 katı olduğunu göstermiştir. Meslek hastalığı verilerinin aşırı sorunlu yapısı sürüyor  Örneğin SGK 2013-2018 verilerinde meslek hastalıklarından dolayı hiç ölüm yoktur! İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre ise 2013-2018 yıllarında en az 82 emekçi meslek hastalıklarından dolayı hayatını kaybetmiştir. SGK’ya göre 1997-1999 yıllarında 545 kişi meslek hastalıklarından ötürü hayatını kaybetmişken 2000’den itibaren 18 yılda 77 kişi hayatını kaybetmiş görünmektedir.  Ancak “2018 yılı içinde meslek hastalığı sigortasından ölüm geliri bağlanan hak sahibi” 170; “Geçmiş yıllardaki aktif/pasif sigortalılığından dolayı 2018 yılı içinde meslek hastalığı sigortasından ölüm geliri bağlanan hak sahibi” 107, toplamda 277 kişi olduğu görülmektedir. Daha da ilginci ise ölüm geliri bağlanan hak sahiplerine ilişkin birikimli verilerde bulunmaktadır. Buna göne meslek hastalıklarından dolayı 5.404 dosya üzerinden 6.692 hak sahibine ölüm geliri bağlanmıştır. Bu arada ILO kabulleri çerçevesinde her yıl en az 10 bin emekçinin meslek hastalıklarından ötürü hayatını kaybetmesinin söz konusu olduğunu belirtmek gerekir. Kısaca hep belirttiğimiz üzere SGK verileri oldukça eksik ve sorunludur. İş güvenliği mühendisliği ve işyeri hekimliği dışlanıyor İSİG tıp, mühendislik ve sosyal bilimler ile bağlantılı olmasına karşın bu disiplinler mevzuatta adeta cezalandırılmaktadır. İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu sorumlulukları işverenden çok uzmanlara ve hekimlere yüklemiştir. İşyeri hekimi, mühendis, teknik eleman, hemşire ve diğer sağlık personeline yönelik eğitim hizmetleri dışarıdan satın alma yoluyla ticarileştirilmiştir. Özel öğretim kurumlarına yetki tanınmasıyla mühendislik meslek örgütlerinin fonksiyonu dışlanmıştır. Tam zamanlı iş güvenliği mühendisliği dışlanmış, uzmanlar işverene bağımlı kılınmış, iş kazalarında işverenlerin sorumluluğu kaldırılmıştır. Yüzlerce eğitim kurumu ve binlerce Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi kurulmasıyla adeta eğitim kurumu ve OSGB çöplüğüne yol açılmıştır. Bu ve bunun gibi bütün gerçekler gösteriyor ki İSİG mevzuatı sermaye güçlerinin çıkarlarına göre değil çalışanlardan yana; sendikalar, TMMOB, TTB, ilgili bilim çevrelerinin görüşleri ve kamusal denetim ekseninde düzenlenmeyi beklemektedir. Mevzuat düzenlenirken Mühendis/Tekniker ayrımı muhakkak olmalı ve Mühendis Eğitim, Belgelendirme ve Sicili Odalarına bırakılmalıdır. Yapılacak tüm düzenlemelerde asıl sorumluluğun işverende olduğu hususu yer almalı; işyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının mesleki bağımsızlıkları ve iş güvenceleri korunmalıdır. İSİG ile ilgili düzenleme ve uygulamalar sektör, çalışan sayısı vb. hiçbir ayrım olmaksızın bütün işyerlerini ve tüm çalışanları kapsamalıdır. Tüm çalışanlar insana yakışır norm ve standartta bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınmalı; sigortasız, sendikasız çalıştırma yasaklanmalıdır. Tehlikeli ve çok tehlikeli sınıftaki, 100’den fazla çalışanın bulunduğu sanayi işletmelerinde “tam zamanlı” iş güvenliği mühendisi çalıştırılması zorunlu hale getirilmelidir. En son Covid-19 salgını, çalışanların sağlık hakkının yok sayıldığını bir kez daha göstermiştir. Sağlıklı yaşam, sağlıklı/güvenli koşullarda çalışma, nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmetine ulaşabilmenin temel haklardan olduğu hatırlanmalı, düzenleme ve uygulamalar bu gereklilikler üzerinden yeniden kurgulanmalıdır. Çalışılan işyerlerinde virüs bulaşmasını gerçekten ortadan kaldırılacak önlemler alınmalı, Covid-19 tespit edilen işyerlerinde faaliyetler durdurulmalıdır. İşyerlerindeki Covid-19 vakaları iş kazası olarak; sağlık çalışanları için meslek hastalığı olarak değerlendirilmeli; meslek hastalığı tespit süreci, tüm vakaların tespitine yönelik yeniden düzenlenmelidir.  
imalat sanayi çakıldı
İstanbul Sanayi Odası Türkiye İmalat PMI (Satın Alma Yöneticileri Endeksi) Nisan ayında 33,4’e kadar düştü. Yavaşlamadan sektörlerin tamamı etkilendi. Sektördeki istihdam da son 11 yılın en düşük seviyesini gördü. İstanbul Sanayi Odası (İSO) Türkiye İmalat PMI (Satın Alma Yöneticileri Endeksi) anketinin Nisan 2020 dönemi sonuçları açıklandı. Covid-19 salgını ve salgının yayılmasını önlemeye yönelik tedbirlerin sonucu olarak şiddetlenen imalat sektöründeki yavaşlama, küresel finansal krizden beri en yüksek oranda gerçekleşti. İSO Türkiye Sektörel PMI Nisan ayı verileri de Covid-19 salgınının Türk imalat sektörünün tamamını güçlü şekilde etkilediğini gösterdi. Takip edilen sektörlerin tamamında faaliyet koşulları Haziran 2019’dan bu yana ilk kez yavaşladı. Tüm sektörlerdeki yavaşlama, sektörel PMI serisinin başladığı Ocak 2016’dan beri en yüksek oranlarda gerçekleşti. Eşik değer olan 50,0’nin üzerinde ölçülen tüm rakamların sektörde iyileşmeye işaret ettiği anket sonuçlarına göre, Mart 2020’de 48,1 olarak ölçülen PMI Nisan 2020’de 33,4’e gerileyerek imalat sektöründe belirgin bir yavaşlamaya işaret etti. Koronavirüs (Covid-19) salgını ve salgının yayılmasını önlemeye yönelik tedbirlerin sonucu olarak şiddetlenen imalat sektöründeki yavaşlama, 2008 yılındaki küresel finansal krizden beri en yüksek oranda gerçekleşti. İSO PMI Endeksi raporunda şu veri ve tespitler yer aldı: 2008 krizini geçti Eşik değer olan 50’nin üzerinde ölçülen tüm rakamların sektörde iyileşmeye işaret ettiği anket sonuçlarına göre, Mart’ta 48,1 olarak ölçülen PMI Nisan’da 33,4’e gerileyerek imalat sektöründe belirgin bir yavaşlamaya işaret etti. Korona virüsü (Covid-19) salgını ve salgının yayılmasını önlemeye yönelik tedbirlerin sonucu olarak şiddetlenen imalat sektöründeki yavaşlama, 2008 yılındaki küresel finansal krizden beri en yüksek oranda gerçekleşti. Siparişler son 11 yılın en düşüğü Nisan’da imalatçıların yaygın bir şekilde üretime ara verdikleri görülürken, bu durum hem üretim hem de yeni siparişlerde ciddi yavaşlamalara yol açtı. Her iki göstergede de anketin başladığı Haziran 2005’ten beri en belirgin ivme kaybı gözlendi. Toplam yeni siparişlerdeki azalmanın yanı sıra, salgının küresel ölçekte tüm pazarları etkilemesi sonucu, firmaların yeni ihracat siparişlerinde de sert yavaşlama kaydedildi. Yeni siparişlerdeki yetersizlik, firmaların son dört ayda ilk kez istihdam düzeyini azaltmalarına yol açtı. Söz konusu düşüş son 11 yılın en yüksek oranında gerçekleşti. Nisan’da satın alma faaliyetleri azalırken bu durum girdi stoklarındaki düşüşün hızlanmasına katkıda bulundu. Lojistikte sorunlu Veriler Covid-19 salgınının tedarik zincirlerini de önemli ölçüde etkilediğine işaret etti. Anket katılımcıları, bazı tedarikçilerin üretime ara verdiğini, ayrıca girdi temini ve lojistikte sorunlar yaşandığını belirtti. Bunlara bağlı olarak, girdilerin teslimat sürelerinde anket tarihinin en yüksek artışı görüldü. Girdi maliyetleri belirgin bir şekilde yükselmeyi sürdürdü, ancak artış Nisan ayında son üç ayın en düşük oranında gerçekleşti. TL düştü, maliyetler arttı Firmalar genel olarak, girdi fiyatlarında artışa yol açan temel faktörün Türk Lirasındaki zayıflık olduğunu belirtti. İmalatçılar, girdi maliyetlerindeki yükselişe nihai ürün fiyatlarını artırarak karşılık verdi. Bununla birlikte, bazı firmaların siparişleri güvence altına almak için fiyatlarda indirimlere gitmesi enflasyon oranının Ocak ayından beri en düşük seviyeye gerilemesini sağladı. Etkilenmeyen sektör yok İstanbul Sanayi Odası Türkiye Sektörel PMI Nisan ayı verileri de Covid-19 salgınının Türk imalat sektörünün tamamını güçlü şekilde etkilediğini gösterdi. Takip edilen sektörlerin tamamında faaliyet koşulları yavaşladı ve bu durum Haziran 2019’dan beri ilk kez gerçekleşti. Tüm sektörlerde, Nisan ayındaki yavaşlama sektörel PMI serisinin başladığı Ocak 2016’dan beri en yüksek oranlarda gerçekleşti. Giyim ve tekstilde yüksek gerileme Üretimin en sert ivme kaybettiği sektör, anket tarihindeki en yüksek oranlı gerilemenin gerçekleştiği giyim ve deri ürünleri sektörü oldu. Tekstil ile elektrikli ve elektronik ürünler sektörlerinde de belirgin hız kaybı yaşandı. Üretimdeki en düşük oranlı yavaşlama gıda ürünleri sektöründe görüldü. Üretim tarafındaki zayıflığa paralel yeni siparişlerde de yavaşlamalar gerçekleşti. Küresel ölçekte yaşanan pazar daralmasına bağlı olarak yeni ihracat siparişleri genele yaygın bir şekilde yavaşladı. İstihdama ilişkin olarak ise kısmi iyimserlik belirtileri gözlendi. Kimyasal, plastik ve kauçuk ürünler sektörü istihdamı artırmayı sürdürürken ana metal ve tekstil gibi diğer bazı sektörlerde nispeten ılımlı işgücü kayıpları gerçekleşti. On sektörün tamamında tedarikçilerin teslimat süresi Mart ayına kıyasla daha yüksek oranda arttı. Dört sektörde maliyet enflasyonu hızlandı, metalik olmayan mineral ürünler ve tekstil hariç tüm sektörlerde nihai ürün fiyatları arttı. Gıda da bile yavaşlama var İstanbul Sanayi Odası Türkiye İmalat PMI verileri hakkında değerlendirmede bulunan IHS Markit Ekonomi Direktörü Andrew Harker, şunları söyledi: “Nisan ayında Türk imalat sektörlerinin tamamı, Covid-19 salgınının sekteye uğratıcı etkilerine maruz kaldı. Salgının ilk aşamasında talep yönünden güçlenme sergileyen gıda ürünleri sektörü bile yavaşlama konusunda diğer sektörlere katıldı. Kimyasal, plastik ve kauçuk sektörü göreli olarak güçlü performans gösteren sektörlerden biri oldu ve ikinci çeyreğin başında istihdam yaratmaya devam etti. Üretim ve yeni siparişlerdeki yavaşlamalar, küresel finans krizinin etkilerinin en yoğun hissedildiği dönemdekinden bile daha yüksek oranda gerçekleşti. İş yüklerindeki sert düşüşe bağlı olarak yeni işe alımları sürdüremeyen firmalar, koşulların önümüzdeki dönemde iyileşmeye başlamasını umuyor.”  
Korona bitiyor maske tartışması bitmedi
Telsiz maske tartışması… Yurtdışına gidende var, vatandaşa dağıtılanda yok! Eczaneler, kamu kurumları veya posta aracılığıyla vatandaşa ücretsiz dağıtılan maskelerin önemli bölümünün telsiz olması tartışmaya neden oldu. İç piyasaya hibe şartıyla ihracat yasağı kaldırılan firmaların, ülke dışına kaliteli telli maske gönderip ince kumaşlı telsiz ürünleri yurtiçinde dağıttıkları iddiası tepkiye yol açtı. Yurtdışına maske ihracatı yasağının şartlı olarak kalkmasının ardından sosyal medyada, ihracatçı firmaların ülke dışına kaliteli ve telli maske gönderdikleri, ancak ihracat miktarı kadar yurtiçine hibe edilen maskelerin telsiz, tülbent kadar ince yapıda olduğu iddia edilmeye başlandı. Tüm Eczacı İşverenleri Sendikası (TEİS) Başkanı Nurten Saydan maskelerin ücretsiz dağıtıldığı günden bu yana vatandaşa 250 milyon maske verildiğini belirterek, “Maalesef bu maskelerin büyük bir kısmı telsiz. Vatandaş da durumdan rahatsız ancak bu konuda yapılacak bir şey yok. Tekstil sektörünün henüz tam bir hazırlığı olmadığını tahmin ediyoruz” dedi. Virüsten telli maske korur Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sarp Üner de maskenin en önemli unsurunun yüze oturması olduğunu belirterek, Hürriyet’e şunları söyledi:  “Maske burnun üstünde, çenenin altında olmalı. İnsan yüzü farklı olduğu için her maske herkesin yüzüne tam olarak oturmaz. Maske telli olursa yüze oturur ve burun ile elmacık kemikleri arasındaki boşluklar ortadan kalkar. Yani maskenin telli olması en uygunu. Yüze tam oturmayan bir maske kişinin kendisini ya da çevresini koruduğu hissi vereceği için olumsuz yönde etkiler. Üretici firma tabii ki yurtiçine de dışarıya sattığı standartta maske vermeli. Yetkililer bunu mutlaka göz önüne almalı. Esas olan hasta kişinin maske kullanmasıdır. Bu kişiler maske kullanırsa virüsün bulaşması engellenir. Ancak artık kim hasta, kim sağlıklı bilinmediği için herkesin maske kullanması şart. Açık ama kalabalık alanlarda, işyerlerinde, toplu taşımada mutlaka maske takılmalı ve bu maske telli olmalı. Zaten telsiz maske olmamalı. Çünkü tel koruma yönünden önemli bir avantaj.” Bakanlık da telli öneriyor Tedarik konusunun dışında olan Sağlık Bakanlığı ise “Tıbbi Maske İç İmkanlarla Üretim Kılavuzu” yayınladı. Kılavuzda, hastaneler, aile sağlığı merkezleri, ağız ve diş sağlığı merkezleri, fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezleri gibi sağlık tesislerinde de maske üretilebileceği açıklandı. Bazı hastanelerin salgın öncesinde de üretim yaptığı öğrenilirken, bakanlığın ortak bir standart belirlemek için yayınladığı kılavuzda da maske yapımında tel kullanımı önerildi. Sağlık Bakanlığı kılavuzunda maskedeki ‘tel’ ve diğer özellikler şöyle geçiyor:  “Maske üretiminde kullanılacak ekipman ve materyal: Tek kullanımlık maske teli (Paket bağlamak için kullanılan malzeme kullanılabilir), tek kullanımlık maske lastiği (Bebe lastiği kullanılabilir), iğne-iplik, makas. Tıbbi maske dikdörtgen şeklinde olacak. Maske en az iki katlı olacak. Maske kulağa kadar gelmeyecek, burnu rahatsız etmeyecek şekilde olacak. Hazırlama işleminde çalışacak olan personelin uygun kişisel koruyucu ekipman (önlük, maske, eldiven) kullanması gerekecek. Personelin takı vb. takmaması, makyajlı olmaması, sakallı olmaması gibi temel hususlara dikkat edilecek. Grip, soğuk algınlığı semptomları gösteren personel alandan uzaklaştırılacak, maske yapımında görev almayacak.”   
İstanbul’da 4 bin 500’ün üzerinde sağlık emekçisi hasta
İstanbul Tabip Odası (İTO), koronavirüs salgını başından bu yana yayımladığı haftalık raporunu kamuoyu ile paylaştı. 7 Nisan-3 Mayıs haftasına dair İstanbul Covid-19 raporunu yayımlayan İTO, kentte 4 bin 500’ün üzerinde sağlık çalışanının enfekte olduğunu bildirdi. İstanbul’da Covid-19 yatan hasta sayısında düşüş gözlemlendiğinin bildirildiği raporda, “pandeminin sekizinci haftasında hastanelere başvuru ve yatan hasta sayılarında önceki haftalara göre azalmaya rağmen İstanbul’da tehlike ciddiyetini sürdürüyor” denildi. İTO’nun, koronavirüs pandemisiyle ilgili 27 Nisan-3 Mayıs haftasına dair değerlendirmeleri ve İstanbul’daki sağlık kurumlarında çalışan sağlık emekçilerinden toplanan bilgi ve gözlemlerin paylaşıldığı raporda şunlar vurgulandı: Geçtiğimiz hafta içinde İstanbul Tıp Fakültesi (İTF) emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Murat Dilmener Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Ailesinin ve tüm sevenlerinin acılarını paylaşıyor, başta İTF’liler olmak üzere bütün hekim camiasına başsağlığı diliyoruz.  Önceki hafta 23-27 Nisan arasında uygulanan dört günlük sokağa çıkma yasağının ardından 27 Nisan gününden itibaren sokakların eskiye göre daha canlı, trafiğin daha yoğun olduğu gözlendi.  Geçtiğimiz hafta Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca şimdiye kadar enfekte olan sağlık çalışanı sayısının 7.428 olarak açıkladı. Bizim sahadan edindiğimiz bilgilere göre İstanbul’da şimdiye kadar enfekte olan sağlık çalışanı sayısı 4.500’ün üzerinde.  İstanbul’daki hastanelerden edindiğimiz bilgiler yatan hasta sayısının önceki haftalara göre daha da azaldığı yönünde. Süreç ilerledikçe Covid-19 dışı hastaların ertelenemez sağlık hizmeti ihtiyaçları için sıkıntılar ise giderek büyüyor.  İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu katıldığı bir televizyon programında İstanbul'da geçtiğimiz yıllara göre bu yıl gerçekleşen ölüm oranlarında yüzde 30-35 arasında fark olduğunu, bu yıl günde 80 ile 100 arasında daha fazla ölüm olduğunu açıkladı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın açıklamalarının aksine İBB’nin defin sayısı üzerinden değil, ölüm üzerinden rapor tuttuğunu belirtti.  Son olarak eczanelerden dağıtılacağı açıklanan maskelerle ilgili geçtiğimiz hafta İstanbul Eczacı Odası’ndan yapılan açıklamada herhangi bir kamu kurumunda çalışanların maskeleri çalıştıkları kurumdan, bir iş yerinde SSK’lı olarak çalışanların çalıştıkları işyerinden temin edecekleri bildirilip bu vatandaşların eczanelerden maske talebinde bulunmamaları rica edildi. Kamu kurumlarına ve işyerlerine nasıl ve ne zaman maske dağıtılacağı ise yetkililer tarafından açıklanmadı.  Maske satışının “karneye bağlanması” (aile hekimlerinin yanı sıra) muayenehane hekimi meslektaşlarımızı da fevkalade mağdur ediyor. Satışı yasak olduğu için piyasadan sağlayamıyorlar, “özel muayenehane” oldukları için Sağlık Müdürlüğü de kendilerine maske temin etmiyor.  Salgın artış hızının yüksek olduğu dönemde “artacak ihtiyacı karşılayabilmek için” gerekçesiyle başlatılan Atatürk Havalimanı’ndaki niteliği ve akıbeti meçhul “sahra hastanesi” inşaatı, salgının sönümlenmeye başladığı ilan edilmesine rağmen son hızla devam ediyor.  Tespit edilen vaka ve vefat sayılarının azalmasıyla birlikte geçtiğimiz hafta yetkililerden önlemlerin “gevşetilmesi” mesajları gelmeye başladı.  Sadece PCR testi pozitif vakaları esas alınsa da, Sağlık Bakanlığı’nın 3 Mayıs akşamı itibarıyla açıkladığı sayılara göre Türkiye dünyadaki 193 ülke arasında vaka sayısında sekizinci, ölüm sayısında on ikinci sırada bulunuyor.  Özetle; pandeminin sekizinci haftasında hastanelere başvuru ve yatan hasta sayılarında önceki haftalara göre azalmaya rağmen İstanbul’da tehlike ciddiyetini sürdürüyor. Tedbirlerin gevşetilmesi tartışmasının bu gerçeğin ışığında değerlendirilmesi, erken dönemde alınacak yanlış bir kararın bedelinin ağır olacağını hatırlatırız.  
Alman Bakan’dan neoliberalizm eleştirisi
Almanya Kalkınma Bakanı Gerd Müller, koronavirüs krizini "İnsanlığa, doğa ve çevre ile daha farklı bir ilişki içine girmesi için bir alarm sinyali" olarak değerlendirdi.  "Son 30 yılın, sürekli hızlanan-yayılan-artan kapitalizm anlayışı sona ermeli" diyen Bakan Müller, salgının sebeplerinden birinin de yağmur ormanlarının yok edilerek doğanın gasp edilmesi olduğunu ifade etti.  Müller, "Bu sebepten dolayı düşünce yapımızı değiştirmeliyiz" dedi.  Bakan, salgından sonra küreselleşmenin basit bir şekilde "eski normaline" dönülemeyeceğini de sözlerine ekledi.  

Sayfalar